Date Posted: August 5, 2018 By: Tuba Şatana Comments: 0

Utanmıştım. 

Kolunun tersi ile “Ay bu masa örtüsünü bare değiştirselermiş!” dediğinde yanımdaki misafirim. Bulunduğumuz esnaf lokantasının en yoğun saatinin geride kaldığı dakikalarda, masanın üstündeki bir iki yağ lekesi hoşuna gitmemişti. Oysa kim bilir o masada bizden önce kaç kişi oturmuştu, o masada kaç karın doymuştu. O masaya oturanların kaçı benim misafirim gibi laflar etmişti. Hiçbiri. 

Beni tanıyan, yaşı hayli garsonlardan biri yanımdaki misafirin vücut dilinden memnuniyetsizliğini anlamış ki bir isteğiniz var mı dedi, yok dedim, teşekkürler, içimden “yok olmak istiyorum…”

Sonra zaten hiç mutlu olmadı misafir, yemek çeşidi onun beğenisinin altındaydı, o öyleydi bu böyleydi. Oh olsundu bana, getirirsem böyle her elinden tuttuğumu böyle yoğun çalışan esnaf lokantalarına, olacağı buydu. 

Müdavimlerinin olduğu, sahibi olan babayı, oğlunu, aşçısını, garsonları tanımanın, yediğim yemeğin karnımı doyurmak dışında, orada olmanın ruhuma iyi geldiği bir esnaf lokantasıydı. Sürekli öğle yemeklerinde orada olabilmek için o civarlarda olmayı tercih ettiğim esnaf lokantalarından sadece biriydi.  

Yıllar yıllar önceydi bu, ben herkesin yemek ve emek algısını benimle aynı sanıyordum o sıralar. Sevdiğim mekanlara kimsenin yorum dahi yapmasını kaldıramadığımı keşfettiğim zamanlar… Kimsenin beklentisinin altında ezilmemeyi kendime öğrettiğim zamanlar. 

Bazen sevdiğim bir restoran, uzun bir öğle yemeği yanında bir kadeh şarap veya bir bira ile, bazen o kadar salaş bir kebapçı ki, bilen bilir orayı tarzı kendinizi kaybolmuş hissettiğiniz bir mahallede. Bazen ayak üstü bir büfede, ezmeli bir sandviç veya salçalı bir tost ile, bazen en sevdiğim Japon lokantasında bir kase ramen ile, kah masada kah barda, tezgahın ucunda veya mutfağa bakan bir yer varsa orada.

Uzun süre gitmediysem neredesin diye hesap soran, ailemin sağlığını, işlerimin iyiliğini merak eden lokanta sahipleri, garsonlar, aşçılar, ustalar; onların dünyasına bir bakıp çıktığım bir öğle yemeklik zamana ne kadar da çok şey sığar aslında.

Yemek yeme fiilinin hayatımdaki yeri küçümsenecek gibi değil. Onunla kurduğum bağ, bazen kimseye anlatamadığım bir durum olup çıkıyor. Etrafımda aman yemek işte diyen kimse olmamasına rağmen, gene de bazı şeyleri açıklamak istemiyor,  tam tersi kendime saklamak istiyorum. Belki de kendimle kaldığım bu yegane zamanı yemek ile paylaşıyorum, bana çok iyi geliyor bu. Kalabalıktan kendimi soyutlayabildiğim yegane zaman, insanlarla içiçe çalışınca bu da benim kaçışım oluyor.  Bir es vermek. Kalabalığı sessizleştirmek. 

Asosyal veya yalnız olduğun anlamına gelmiyor ki, tercih yapmışsın, kendinle zaman geçirmeye demek. Özgüven yüklemeleri yapılmış demek de değil. O zamanı kendine ayırıyorsun demek. Yemeğinle baş başa olmak istiyorsundur… Kafa dinlemek, kendini dinlemek, iki satır veya sayfalarca karalamak… Başkalarının hayatına dahil olmak veya olmamak, hatta istediğinle istediğin kadar sohbet etmek istiyorsundur.

Yalnız yemek yiyenlerle ilgili olumsuz düşünceler ne kadarsa, bir o kadar da güzel düşünceler olduğu sonucu çıkmış araştırmalarda (evet, bu konuda bile araştırma var). Yalnız görünüyor, mutsuz görünüyor yerine kendiyle vakit geçiriyor, dinlenmek istemiş, yemeğinden çok keyif alıyor gibi, kafa dinliyor gibi yorumlar ortaya çıkmış.

En sevdiğim mekanlarda kendime güzel yemekler ısmarlayarak, keyfime bakarak aslında bir çeşit kişisel özgürlük hakkımı kullanıyorum, istediğimi, istediğim yerde, istediğim hızda yemek ve istediğim kadar keyif almak hakkını. Boş muhabbetlerde kaybolacağıma, yemeğimle dolu dolu baş başa kalmayı tercih ederek.

 

Bu yazı 4.08.208 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştır.